

“İnsanın hüsranı, başına gelenlerden değil, başına gelenleri yorumlayışından kaynaklanır.”
— Epiktetos
Bazen hayat, bizim için önceden yazılmış bir senaryo gibi gelir. Oyun içinde oyuna maruz kaldığımızı hissederiz. Tüm sahneler başımıza gelenler üzerine kurulur; kayıplar, hayal kırıklıkları, yanlış anlaşılmalar, terk edilişler… Ama Epiktetos’un söylediği gibi, aslında bizi en çok inciten, yaşadıklarımızdan ziyade onlara nasıl anlam yüklediğimizdir.
Düşünelim… Aynı olay, iki farklı insan için bambaşka bir etki yaratabilir. Bir kişi başarısızlığını sonsuz bir yenilgi olarak görürken, bir diğeri için bu sadece yeni bir başlangıçtır. Kaybedilen bir dostluk, birisi için yıkımken, bir başkası için büyüme fırsatıdır. Kimi yalnızlığında kaybolur, kimi ise kendini bulur.
Demek ki, hayatın adaleti veya adaletsizliği hakkında uzun uzun konuşmak yerine, içimizdeki yankılara kulak vermeliyiz. Başımıza gelenlerin anlamını biz belirliyoruz. Belki de en büyük özgürlüğümüz, olan biteni nasıl yorumlayacağımızı seçme hakkımızdır.
Hüsranı bir duvar gibi önümüze dikmek mi, yoksa onu bir basamağa dönüştürmek mi? İşte asıl mesele burada. Kendimizi her kayıpta eksilen biri olarak mı göreceğiz, yoksa daha derinleşen, daha bilenmiş, daha güçlü biri olarak mı?
Bazı insanlar yaşadıkları zorluklarla bükülür, bazıları ise aynı zorluklardan ışıldayarak çıkar. Çünkü mesele, başımıza gelenler değil, onlara hangi gözle baktığımızdır. Belki de en büyük hüsran, hayatın getirdiklerine hep aynı dar açıdan bakmaktır.
O halde soralım: Yaşadıklarımız bizi tüketiyor mu, yoksa bizi inşa mı ediyor? Çünkü bazı yenilgiler, içimizde doğan yeni bir zaferin habercisi olabilir. Ve bazı hüsranlar, yeniden başlamanın en güzel sebebidir.
Nimet Ünal Mızraklı
@nisanrain